18 Ekim 2014 Cumartesi

KEMER TAKMAMANIN PİŞKİNLİĞİNİ, DEHA MÜHENDİS OLMAK GİDERMEZ

 ODTÜ'lü bir inşaat mühendisiydi M.Pişkin. Meslektaşlarımın çalışma arkadaşlarından aşina olduğu gibi; kendi kulvarını bırakıp bizim kulvarımızda; yazılım sektöründe bir firmada çalışıyordu. Bir sabaha karşı internette bir veda konuşması yayınladıktan hemen sonra yaşamına son vermesiyle yaşamakla yaşar gibi yapmak arasındaki fark yeniden gündeme girmiş oldu:

 Bundan dolayı öğretimle eğitimi karman çorman eden, anlamca birbirine karıştıran başta güya eğitimcilere karşıyım. Onlar yazdıklarımdan haz etmez, ben de onların sınavmatik hafız yetiştiren zihniyetlerinden. Bir bireyi mental olarak uçurmak, depolar dolusu bilgiyle yüklemek başka bir şey, eğitmek başka. Bir değil 111 dil bilmek başka bir şey, insan olmanın yegane dilini kullanmak bambaşka!

 İşte bundan dolayı karşıyım, insanları sahip oldukları mevki, akademik ünvan ve kariyerleri ile değerlendirmeye. Çünkü tüm bunlar mental kazanımlarıın bir göstergesi olabilir ve beynin sol lobunun cengaverliği ile kazanılır. Oysa kafamızın içinde yer alan yaklaşık 2.2 kilogramlık kütlenin sağ lobu âtılsa, işlenmediyse beş para etmez zihni sinir olmak.

 Mutluluk Oyunu ( http://turancem.blogspot.com.tr/2014/10/mutluluk-oyunu.html ) makalemde yazmıştım, mutluluk hakkındaki yanılsamalarımızı. Mutluluğu arayışımız, bankaya gidip hiç para yatırmadığımız mevduat hesabımızdan para çekebilmeyi ummaktan farksız genellikle. Daha da kötüsü; banka sıfır bakiyeye kredi veriyorsa, biz de çektiğimizi kendi paramız sayıp har vurup harman savuruyoruz ve sonuçta ödeme günü gelip çatıyor.

 Bana kızıyor kimileri, inanç ile bilimi harmanlayınca. Oysa işte bundan dolayı bağlamak zorundasınız kendinizi bir yere. Eğer bir gökdelenin camlarını silecekseniz ki hayatı yaşamak bundan çok daha yüksek, Himalayalar'ın keskin yar kenarlarından tırmanarak dipsiz uçurumlara meydan okumaktan farksızdır, o halde kendinizi bir yere bir şeyle bağlamak zorundasınız, düşmemek için. 


 Emniyet ipinizi bağladığınız yerin ne olduğu ile ilgilenmiyorum. Neye inanırsanız inanın, emniyet ipinizi neye bağlarsanız bağlayın; bu sizin yüreğinize danışarak özgürce ortaya koyacağınız bir iş ve mademki insana verilen irade kutsaldır, herkes saygı duymalı. Ne kadar sağlam yere; ne kadar güvenilir bir gerçeğe bağlar iseniz o kadar kendinizi güvence altına alırsınız. Dolayısı ile kendinizi bağlamak için seçtiğiniz yer ile ilgili sonuçlara da katlanmak durumundasınız. İleride "vay bu ip neden koptu?" deme şansınız olmayabilir.

 Bir de pişkin pişkin "ben ipimi hiçbir yere bağlamıyorum, hiçbir şeye inanmıyorum" diyenler vardır.  Bu tipler gerçek hayatta ne de çoktur, şaşırmayın: Arabada emniyet kemerini takmamakta inat edenlerden, emniyet ipini beline geçirmeden inşaat iskelelerinde duyarsız yiğitlik okutanların ruhuna fatihalar okunur musalla taşlarında, istisnasız her gün. Onlar da "bana birşey olmaz" deyip kandırdılar kendilerini ve iplerini bağlamadılar hiçbir yere. Oysa oldu mu, bir kez olur. 

 Duyarsızlığın bol olduğu yerlerde ağıt kültürü de yaygın olur: "Getti!" diye oturup ağlaşırız hep birlikte. Kömür madenlerinde, inşaatlarda yaşanıp basına yansıyan ölümleri hatırlıyorsunuz değil mi? Yine hep "birşey olmaz" felsefesi ile "emniyet ipini" bağlamama ve sonucunda ağıtlar, günahı üzerine devirecek sorumlu aramalar.


 Uzun lafın kısası; ister soyut ister somut, ister gerçek ister mecaz anlamında kullanalım; "emniyet ipi" yaşama bağlar, hayat kurtarır, kaybolmaya, yitip gitmeye ve düşmeye kuvvetli bir tedbirdir.

 Ne kadar reddederseniz edin, bir sınavdasınız hayat oyunu içindeyken. Bırakın karşı çıktığınız diğer gerekçeleri, önce kendinizi kendinizin sınadığı bir sınavdır hayat, dönüp bakın yaptıklarınıza. Hayatın şekillendiriciliği içinde yönünüzü çizmediniz mi ya da verdiğiniz kararlara göre hayatın üzerinizdeki tesirini şekillendirmeye ve sonuçlarını değerlendirmeye kalkmadınız mı hiç? Su götürmez bir gerçek var önünüzde, besbelli bir sınavdasınız.

İstisnasız her sınavda aynı olan koşullar vardır:

Örneğin sınava girenin boş kağıt vermesi, sınavı yapana meydan okumadır. "Sıfırım işte, var mı diyeceğin?" demektir.

Durduk yere kalkıp sınav salonunu terk etmek de öyle: Sınavın ne zaman biteceğine öğretmen karar verir, öğrenci değil.


 İntihar da böyle bir şey demek aslında; topu taca atmak, oyunu kesmek, sınavı protesto etmek. Sonuçların panoda asılmasını heyecanla beklemeyecekse bir öğrenci, okuyup okumamanın; insan olup olmamanın onun için bir hükmü kalmadıysa öyle bir canlı için zaten ölçüm yapmanın da bir anlamı doğal olarak kalmayacaktır. İntihar, bireyin insanlığını reddetmesidir. Oysa okullar insanlar içindir ve liyakat içeren diploma okuyana verilir.

 Lakin intihar ile ilgili değil benim sancım. Hemen bütün "öğretim" sistemimizde görüldüğü gibi; tıkır tıkır İngilizce konuşturan, dibine kadar mühendislik bilgisiyle donatan bir marka üniversitenin bile bireyin "eğitimine" katkı sağlamamış, büyük resmi görmesine olanak vermemiş olmasıdır, hüzün veren. Büyük resimden kastettiğim; "işte bu" dediğim resim değil, herkesin kendi vizörü ve objektifiyle bir resim çekme gereksinimidir: "Şuna inan" değil, "beynin gibi kalbini de çalıştır ve edinimlerini orada tartarak bas deklanşöre, çek resmini" demektir. Yapılacak en kötü şey gözü yumuk kalmaktır: Elinde emniyet ipi kalakalmak ve ucunu hiçbir yere bağlamadan dağcılığa; yaşamaya soyunmaktır.

 İnanmak zorundayız, ayağımızı sağlam bir yere basmaya ihtiyacımız var, kayıp düşmemek için. O zaman dünyadaki yolculuğumuz bir anlam ifade eder. Her insanın üzerine bir görev olan araştırma, irdeleme, bilim o zaman gerçeği aramanın ulvi adı olur. Eğitilmeden öğretilmişlik M. Pişkin örneği ile bir cana daha mal oldu ve korkarım son da olmayacak.

 Bir dala bağlı olmayan yaprak, olsa olsa hazanın; sonbaharın habercisidir ve o da ölüm getirir. Kendini bir yere bağlamışlar için ise dünyada olup olmamanın pek de önemi yoktur. Çünkü düşünceler ölümsüzdür.

Cem TURAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder