4 Eylül 2014 Perşembe

TEKNİK İNSAN HASTALIKLARI: HAVALİMANI, KANALİSTAN, 3.KÖPRÜ

  Özellikle son yüz yıldır beyaz önlüklü bilimadamları, gariplikler dolu bir derya olan insanın genetik şifresini anlamaya fazlaca kafa patlattılar. Uğraşılarından çoğu sonuç vermeyip halen bir bilinmezler yumağı ile karşı karşıya olunsa da teknik insanların doğasını biraz tahlil etmek istiyorum:

  Çocuklar arasında da gözlemiş olabilirsiniz: Pek çok çocuk sosyal yaşam içinde, ona sunulan sahnelerin birer oyuncusu olarak yetişmeyi tercih ederken, içlerinden bazıları oyun bozanlık edip orayı burayı kurcalamaya fazlaca isteklidir. Başına gelmedik iş, içine düşmediği tehlike, bozulmadık cihaz ve eşya kalmasa da içlerinde kaynayan merak ve keşif volkanı yol bularak bir yerlerden akar, yapacağını yapar bu çocuklar. Bu uğurda yemedikleri azar da kalmaz. Özellikle kültürümüzün yerleşke tezahürü olan "eski köye yeni adet" kurcalamalara çok da hoşgörülü yaklaşılmayan bizim gibi toplumlarda. Tezata bakınki; birden inovasyon, yenilik söylemleri moda oldu şimdilerde.

  O çocuklar büyüyünce ne mi olurlar? Herşey yolunda giderse bilimadamı, mühendis, teknisyen gibi bir ünvanla karşımıza çıkarlar. Bu ideal durum tabi, maalesef yönelimleri, yetenekleri nispetinde, sevdiği bir tarafından hayatı tutan, mesleğini buna göre şekillendiren kişi sayısı sanıldığı kadar çok değil ve çok da olamayacak,  meslekler ilgiler yerine ebeveynlerin ve çevrenin de azmettirmesiyle, statü ve gelir hatırına seçilmeye devam ettiği müddetçe.

  

  Gerçekten tekniği, teknolojiyi, somut eserler ortaya koymayı seven insanların elinden alet, edevat eksik olmaz zaten. Aletleri oyuncakları gibidir onların, ellerinden aldığınızda mahzunlaşırlar birden. Belki kızdıracağım bazı meslektaşlarımı ama eline tornavida dahi almadan mühendis olanların çocukluklarında bu merak güdüsünün olgunlaşma sürecine rastlayamazsınız, genellikle statü beklentisi ve anne baba sürüklemesiye mesleğe girmiş arkadaşlardır, onlar.

  Ellerinde aletlerle, teknik yaradılışta olan bir insan o denli aşk ile projesine sarılırki, kimi zaman istemeden çevresine zararlı olabilir. Genelde unutkan, odaklandığı ve rüyasını süsleyen hedefle meşgul iken kırıp döktüklerinin farkında bile olmazlar.

  Hele bir de kamu adına çalışıyor, bir yerlere köprüler, barajlar, toplu konutlar, havalimanları yapıyor iseler hiç yaklaşmayın yanlarına. Bazı bilim dallarının çıktıları, ürünleri çok belirgindir, bundandırki halk teveccüh gösterir: Örneğin ne yaparsanız yapın, tam bir bilim insanı olmaktan çok uygulayıcı olan doktorlar halkın gözünde şifaya vesiledirler, bundan dolayı; kapılarında gıkını çıkarmadan uzun uzun beklenir ve eğer son yıllarda görülen, sebebi sosyoenformatik başka gerekçelere bağlı hasta yakını saldırılarını saymaz isek, hürmet görürler. İnşaat mühendisleri deseniz, adeta yer yüzünü şekillendirirler, rant üretirler. Bu yüzden başta siyaset kurumunun ve halkın yakın ilgisine mazhar olurlar...

  Ancak bir büyük kusurları vardır teknik insanların: Fazlaca hesap kitaba düşmekten ötürü, karşılaştıkları her konuyu formüle edilebilir, hesaplanabilir, değişkenleri ikame edilebilir, sanırlar. Örneğin, bir inşaat firması, şantiye alanı olacak yerdeki mevcut ağaçlara, fidanlara pek acımaz, hafriyatla birlikte kamyonlara atılan moloz sayılmalarında mahsur görmezler genellikle. Civarınızdaki lüks konut projelerine dikkat ederseniz, bana hak vereceksiniz. Çünkü teknik insan ve onu besleyen finans sahipleri şöyle düşünür: Biz zaten belki daha çok, daha kaliteli fidanlar dikeceğiz, ne gerek var bunlara zaman harcamaya. Mekanik kafa kurmuştur denklemini kendince; gidenin yerine yenisi, hesap tutuyor. Oysa özne canlı olunca giden başka, gelen başkadır; birbirini ikame edemez, yerlerine geçemezler. Siz hiç "nasıl olsa yeniden yaparız" deyip çocuğunu öldüren anne baba gördünüz mü?

  Hatırlarsanız; Haziran ayı başında dünyanın en büyük havalimanı kompleksinin temeli atılmıştı. Tarihi bir gündü ve bu töreni ben de bizzat, gururla giderek izledim. Ne kadar gururlandığımı her ortamda da dilegetirdim. Başka detaylar da vardı, onları da sizinle paylaşmak istiyorum:


  Tören yerine giderken yol boyunca, havalimanı inşaatı için özel olarak alınan ve ömrümde ilk kez gördüğüm devasalığın şaşkınlığı içinde, aç canavarlar gibi ağzını açmış, bekleyen büyükten daha büyük iş makineleri ve kamyon diyemeyeceğim ultra taşıyıcılar gördüm. Gözün alabildiğince uzanan, asker sayısı belli olmayan bir azmanlar ordusuyla karşılaşmak, yapabileceklerini düşündükçe içe ürperti vermeye yetti. Cumhurbaşkanımızın yaptığı konuşmada "devamı da yolda, geliyorlar" dediğinde dudağımın uçuklamaması mümkün değildi.

  İstanbul'un üçüncü havalimanı: Yıllık 150 Milyon yolcu hacmi ve yaklaşık 77 milyon metrekarelik bir inşaat alanı. Diğer bir ifade ile Türkiye'de yaşayan her birey için bir metrekarelik bir alan barındırıyor, hepimizi içine alabilecek boyutta, uçsuz bucaksız bir uygulama.

  Teknik bilgilere göz atıyorum: Orman ve Su İşleri Bakanlığı verilerine göre, 3. Havalimanı inşaat alanı toplam 7.785 hektar ve bu alanın 6.173 hektarı, yani yaklaşık yüzde 80'i ormanlık alana tekabül etmektedir.

6.173 Hektar = 61.730.000 metrekare 
= 1 metre genişliğinde, 61.730 kilometre uzunluğunda hayatın akciğeri, bir yeşil şerit.
= Edirne'den Kars'a karayolu uzunluğunun 1700 kilometre olduğunu düşündüğümüzde; 36 kez gidilip dönülebilir bir orman varlığı.
= Yeşile hasret, erozyondan muzdarip İç, Orta, Doğu, ve Güneydoğu Anadolu coğrafyalarını birden bire yeşile boyayacak bir güzellik, şifa.


  Havalimanı için basit bir aritmetik yaptım sadece. Söylenen o ki; üçüncü köprü inşaatında da 1453 hektarlık bir orman alanı kazınacak. Ya çevre yolları, ya diğer projeler?

  Ya Kanal İstanbul? Güzelim Arnavutköy ormanları, Şamlar ve Kayabaşı köyleri, Sazlıdere baraj ve mesire alanları... Görenler bilirler, İstanbul'un içinde İstanbul'da böyle yerler var mıymış, dedirtecek kadar doğal kalabilmiş harikalardır, buraları.

  Lafı nereye getiriyorum? Yapılmasınlar mı? Elbette hayır, damarlarında teknik insan güdüsü ve Mimar Sinan gibi insanlığa abidemsi ve herşeyden önemlisi fayda veren eserler bırakma isteğini paylaşan ve bu görüşü benimseyen insanları anlayan bir kişi olarak bunu söylemem kesinlikle. Çekinceler ve tembellikler değil mi bizi hiçbir şey yapmaz, üretmez hale koyup bunca yılı kaybettiren, elbette yapılmalı. Fakat tedbirlerini alarak.

  Doktorların mezuniyetlerinde ettikleri yeminin müellifi olan meşhur Hipokrat'ın ilk sözü "Önce zarar vermeyeceksin". Gerçi, bugünün doktorlarının döner sermaye ve performans hatırına insanları fazladan kesip biçtiklerine dair tecrübe anlatımları ayyuka çıkmış da olsa, hepsi bu yemini ederler şifahen.

  Aslında Hipokrat'ın bu sözü hepimiz için yol gösterici olmalıdır: Önce zarar vermemek. Doğayı katletmek, insanların, hayvanat ve nebatatın yaşam döngülerini tahrip etmek yan etkisini taşıyan her işte bir sorun vardır. Önce bu yan etkiyi gidermek için bir yol bulunmalıdır. Medeniyet, yok edilmişler üzerine beton imparatorlukları kurmak değildir.

  Ne yapılabilir? Basbayağı, sivil seferberlik ilan edilebilir. 

  Hükumet, İstanbul Büyükşehir Belediyesi bütün İstanbullular'ı saracak, harekete geçirecek sivil bir girişim başlatarak dünyada bu çapta ilk olan bir eşreflik, insanlık projesine imza atabilirler. Gönüllü olarak bir gününü ormanları kurtarmak için verebilecek ne kadar insan varsa, aylar boyu şehir merkezlerinden taşınması gereken orman alanlarına götürür, böylece onların da emeğinin geçmesine imkan vererek bilinç ve sahiplenişin tohumunu ekmiş olur. Yüksek teknoloji fidan söküm sistemleriyle, bir bebek gibi özenle her bir fidan yerinden sökülerek, sarıp sarmalanır ve tırlara yüklenir. Anadolu'unun kıraç topraklarına, yol kenarlarına, çıplaklıktan toprağını erozyona vermiş kayalıklarına götürülerek dikilir.

  Manzarayı hayal edebiliyor musunuz? İnsanların el ele, omuz omuza, tüketimciliğin ve bencilliğin tepe yaptığı böyle bir çağda, kamunun vatandaşlarını böyle ulvi bir amaca ortak etmek üzere davet etmesi ile oluşacak manzaradan söz ediyorum. Böyle bir iş yanında devasa barajların, köprülerin, havalimanlarının esamesi bile okunmaz ki, onlar da vatana memlekete hayırlı olur, insanın içine siner yaptığı iş ve herkes yerinde rahat uyur.

  Efendim, Batı'da öyle olmazmış. Yahu Batı'dan körü körüne besleneceğiz diye kendinizi bozduğunuz yetmedi mi? Bırakın da Batı'ya böylesi değerler öğretme şansımız olsun. Çok geç olmadan, maddi ve manevi veballer altına girilmeden, canavar gibi dişlerini açmış iş makinelerinden önce ormanlara insan eli ve yüreği girmelidir.

  Çünkü insan, kendisine emanet edilen, hamiliği verilen bu dünyaya ve içindeki her türlü canlıya hassas olabildiği, konuşamasa da onları da anlayabildiği hatta önceliği verdiği ölçüde insandır. Tükettiğimiz doğa bize ait değil, geleceğin emanetidir.

Cem TURAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder