29 Kasım 2014 Cumartesi

MÜHENDİSLİK MONŞERLERİNE GÖZ AÇTIRMA SEANSI

İlginç "öğrenmiş" ama "yetişmemiş" insanlar görüyorum ve beni eleştiriyorlar üslubum için. Onlara göre sayılara, formüllere boğulmamış bir yazı bilimsellikten uzaktır, sadece kendisinin anlayabileceği şeyler karalamak ise bilim dünyasının fenomenliği!

Eskiden şaşırıyordum hatta üzülüyordum böyle tepkilere, kendimi; beni ben yapan kodlarımı kontrol ediyordum ama doğruluğunu görünce iş daha da sarpa sarıyordu her insanın düşüncesine verdiğim önemden ötürü ama şimdilerde gülüp geçmek durumundayım, yola devam etmek ve doğru bildiğim şekilde bilim tarlasını işleyebilmek için.

Böcekgillerde olduğu varsayılan, tek boyutlu, siyah beyaz bir görüştür halbuki bu. At gözlüğü ile hayata bakmaktır, teknik bir insan; bir mühendis, kimyager, biyolog, matematikçi, fizikçi olup da hayatı bundan ibaret saymak ve muhteşem bir beyin taşıyorken onu mekanikleştirmek. Belli ki benden de onu istiyorlar, ettiğim her söz, yazdığım her makale ve yayın ucube sayıların havada uçuştuğu, duyguları bile Laplace dönüşümüne tabi tutulup, Fourier serilerine açmamdan mutlu olacaklar, belliki bazı meslektaşlarım.


Birkaç eğri büğrü çizmeye, isimlerini orada burada duyup "görüntü işleme", iki ile ikiyi toplatıp adına "yapay zeka" diyecekler mesela. Veya kod yazmayı mühendislik sanacaklar bu "monşerler". Cehalet başa bela! Geçen gün TÜBİTAK'tan bir arkadaşımla bunun üzerine sohbet ediyordum. O da bana kod yazmanın bilgisayar dünyasının ameleliği olduğunun kurumsal görüşleri olduğundan bahsetti. Gerçekten de öyle: Bilgisayar bilimleri bir şehir ise kod yazmak bir şantiyedeki bir binanın bilmem kaçıncı katında sıva yapma işinden farksızdır. Ama insan koca bir şehri; asıl bilimi göremiyorsa, sıvadığı odadan ibaret sanır dünyayı, bunu da bilimcilik sanır. İçime bu farkındalığı, analizin gücünü, en kalıcı eğitim yöntemi olan hal dilleri, davranışları ile koyan hocalarıma bir kez şükranlarımı sunuyorum, Allah beni civarlarından ayırmasın.

Beni dağılmakla suçlayan dar zihniyetli insanlara güzel örneklerim var:

Bizlerin teknik ve akademik dünyada yaptığımız laboratuvar çalışmaları ve araştırmalar, yemekler gibidir. Dolayısıyla biz de en leziz, sağlıklı, doyurucu, faydalı, keşfedilmemiş tatların peşinde, mutfaktan çıkmayan aşçılar. Ne kadar harikulade bir yemek ortaya koyarsak koyalım, mademki hayat denen lokantanın içindeyiz; mutfakla müşterilerin yani halkın aç bir şekilde, yemek bekledikleri salonu birbirinden ayıran duvarın diğer tarafını da düşünmek zorundayız. Çünkü yanlış servis yapıldıkça ya da içindekilerin faydası yeterince iyi anlatılmadığından kimse tarafından tercih edilmedikçe, yaptığımız yemeğin akıbetini çöp olmaktan kimse kurtaramaz. Bu olaydan meal şu ki; hayata ve insanlara dokunmadıkça kendin çalar kendin oynar olursun, sayın hendeseci! Mühendisliğin kelime anlamı olan hendese (hesap kitap) bilirlikten çok öteye gittiğini artık görmeliyiz. Sadece mühendislik için değil, tüm temel bilimler için aynı tespitim geçerlidir. "Kerrat" cetvelini hatim etmek, onu kullanıp ne anlattığı kendinden menkul yazılar üretmek, sizi iyi bir matematikçi yapmaz!

Hayatı bir ve sıfırlardan ibaret gösteren tek gözlükle görmeyi mesleğinin doruğu olarak kabul edenleri uyarmak istiyorum. Hayat, çok fazla sayıda kuvvetin dengelenmesi ile taşınan devasa boyut ve karmaşıklıkta bir manzumedir. Gerçek bilim yolcusu ise bunun farkında olmalı, ilgilenmeli ve kendi alanlarıyla ilgili olarak yaşama dair temas edilecek noktalar üretmelidir. Yoksa şimdiye kadar çokça örneği görüldüğü gibi bilim, yalıtılmış ortamlarda ütopik yaşamların sürüldüğü, hayattan kopuk, kimseye faydası olmayan, adı olan ama kendisi görülmeyen bir mevhum olarak kalmaya devam edecek ve bu nedenle anlamlı ve somut çıktı üretemediğinden, tariflediğim güdülerle hayata bakabilmeyi başarabilmiş insanların yaşadığı topraklardan bilgi, bilim, teknoloji ithal etmeye devam eder olacağız.

Yazarları bir söyleşide, panelde sıkıştırdığım en popüler sorumdur, "Sanatınız ne içindir, siz ne için yazıyorsunuz?" sorusu. Kimileri anlaşılmayı ve kitlelerce benimsenmeyi, onlara düşünsel bir anlamlı katkı vermeyi dert edindiklerini bana düşündürecek tutarlı yanıtlar verirken, bazı densiz, bana göre değersiz cevaplar üretenler de oluyor. Bunlar genellikle benim adını bilmediğim, muhtemelen "yeni yetme" yazarlar:
- Ben kendim için yazıyorum, kim okursa okusun!
- Hiç de umurumda değil, bir mesaj vermek!
- Kitabım satmıyorsa, bu ülkede gerçekten akıllı kimse yok!
- ...

Düpedüz yalan söylüyorlar ya da yazar olmaktan fersah fersah uzaklar. Eline kalem alarak yazmanın yazarlık olmadığını bilmekten yoksunlar. Tıpkı eline ünvan geçirip, anlamsız sayı oyunlarıyla, kodlarla, istatistiklerle yazılar yazmayı bilimsel yayıncılık olarak görenler gibi, vahim bir durum: Dağlar, tepeler oluşturan kağıt yığınları ama topluma belki zırnık kadar fayda! Sanat da bilim de şüphesiz insan ve diğer canlılar içindir.

Türkiye'de 180'in üzerinde üniversite var ve bu üniversitelerde onbinlerce araştırmacı, akademisyen. Bu çok önemli bir beyin stoğu. Hepsi bir kere hapşırsa ve birer damla "bilimsel" tükürük saçsalar etrafa, bu toplumun bir bilim selinde yüzmesi gerekirdi ama görünen o ki; bu aritmetik tutmuyor.

Cornell Üniversitesi'nde "Kuramsal ve Uygulamalı Mekanik" Bölümü ve "Uygulamalı Matematik Merkezi" profesörü, Amerika'nın en çok satan ders kitabı seçilen "Nonlinear Dynamics and Chaos" yazarı,  Prof. Dr. Steven Strogatz'ın ifadesiyle; bazı insanlar, bütün hayatlarını ne yapmak istediklerini bilmeden geçiriyorlar. Bu yüzden hazır bir disiplinin, mesleğin içerisinde kaynayıp gitmeyi tercih ediyorlar. O mesleğe, alana kendilerinin getirdiği hiçbir yenilik yok! Hiç yaşamamış gibiler, adeta.


Daha evvelki yıllarda olduğu gibi; bundan birkaç gün önce televizyona yansıyan çok özel görüntüleri hayranlık içinde seyretmiştim. Samsun'un İlkadım ilçesi, Avdan Köyü semalarında bir sanat şaheseri tabloyu aratmayacak güzellikle toplu figürleri, ahenkli hareketlerin uyumuyla üreten sığırcık kuşlarıydı, haberin baş kahramanları. İzlemeye değer bu muhteşem görüntülerin bir başka örneği olarak ateş böceklerinin toplu ışık danslarını örnek veriyor Profesör Strogatz. 


Gördüğü bu örnekler karşısında matematiği herkesin bildiği, özellikle bizde, iki ile ikinin neden dört ettiğini sorgulamayacak kadar şuursuzda öğrenilen ve öğretilen matematik olmaktan çıkarıp bambaşka bir alana taşıyor, tabiattaki canlılar dünyasının senkron hareketlerini, aldığı matematik eğitimiyle yorumlamaya başlıyor ve yepyeni "kuramsal ve uygulamalı" bir alt disiplinin öncülüğünü yapıyor. İşte budur, bilimi yeniden yazmak. Budur, dogmalar içinde çürümeyi reddederek kendi varlığının izlerini de bilime dahil etme çabası.  Tıpkı benim gibi kanserin de tıbbi bir sorun olmaktan ziyade matematik bir sorun olduğunu düşünüyor ve son zamanlarda bunun üzerinde çalışıyor. Ben de kanserin enformatik tabanlı bir bilişimsel hastalık olduğunu düşünüyorum. İşte bu arayışlardır, kendi disiplinini hayata dokundurma çabasından kastım.

Kendini mecbur hissederek kısmen okuduğu kitaplar dışında okumaya kapalı da olsalar, eleştirdiğim bu tür görüş sahiplerine sürpriz bir haberim daha var, muhtemelen bilmiyorlardır: İlmini, hayata bakışını sorgulamak yerine acayip şekilde, yediden yetmişe beyninin yüzde kaçını kullandığına takılageldiğimiz, Yahudi asıllı, Alman fizikçi Albert Einstein'i pekçoğumuz kaba fizikle yatıp kalkan, bize gösterilen tahta başı resimlerinden ötürü, elektrik çarpmışa benzer saçlarla laboratuvar faresi gibi yaşayan bir insan olarak hayal ederiz. Bize göre tüm zamanların insan üstü insanı, sayıların dehasıdır. Hepsi bu!

Oysa biraz araştırır iseniz, Einstein'in din, sosyoloji, tarih, siyaset, toplum, felsefe, psikoloji gibi envai çeşit sosyal alanda sayısız makale, deneme ve kitap yazdığını görürsünüz. Özellikle son yıllarda bunların birer ikişer Türkçe olarak yayınevlerimizce basıldığını görmekten de çok mutluyum. Her ne kadar teveccüh görmeseler de (!)


Çünkü yine söylüyorum ki; gerçek bilim hayata dokunandır ve Einstein de bunun farkındaydı. İzafiyet kuramını bile sosyal yaşam üzerinden kitlelere açabilmek, hayatı o perspektiften okuyarak damıtabilmektir asıl dehalığının kaynağı, güya beyninin yüzde 10'unu kullanması değil!

Einstein'in Yahudi kökenli bir Alman olduğunu da kasten söyledim: İlimi insanlara fayda vermek üzere bir araç olarak görmeyenler, sosyal yaşamdan kopuk yalıtılmış kalelerde sayılara boğulmayı bilim yapmak olarak düşünenler, sayılarla ve algoritmalarla metodların, savların gerçeklemelerini yaparken bunların sosyal yaşamla kaynaşması ve hayatın gerçeklerini üzerinde barındırması için gayret edenleri hakir görenler, atıl tutarak işlemedikleri düşünsel kapasitelerini bilim yerine düşünceler yerine insanların inançları, kıyafetleri, renkleri gibi yönlerden çekiştirerek gündemlerine koymayı genellikle severler.

Uzun lafın kısası; ben odağımı dağıtmadım, sadece çok boyutlu üretmeye çalışıyorum ve bunu doğduğum günden beridir böyle yapıyorum. Bilimin de bu olduğuna inanıyorum. Siz dilerseniz, sonsuz döngü içinde sayıları toplamaya devam edin, "hendese" mühendisleri.

Matematiğin sayıları ve yazılımcının kodları konuşmanın sözcükleridir ama iletişim, konuşma yaratılmadan önce de vardı. Bilimin amacı ise sözcüklerin peşinde koşmak değil, onları birer araç kabul ederek hem anlamak hem geliştirmektir yaşamı, olabildiğince.

Cem TURAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder